Ali Haner

Belgesel

Ali Haner

 Ağaçkakanların çıkardığı hoş sesler eşliğinde, gölgesinde oturmadığım ağaç yoktur.

Suyundan içmediğim, bentlerinde yüzmediğim dere kalmamıştır.

Derelerin berrak sularında küçük kuyruklu balıklar yüzerdi.

Yollar hep topraktı. Yürürken bastığın yerden pufur pufur toz kalkardı. Toprak yollarda ağır ağır ilerleyen öküz arabaları, gıcırdaya gıcırdaya sesler çıkarırlardı. At arabaları daha hızlıydı.

Şakırdayan kırbaçla birlikte, at hemen rahvan koşmaya başlardı. En çok kullanılan binek hayvanı karakaçanlardı. Her evde bulunurdu. Semerin yan taraflarına bağladığımız küfelerle, dağlardan yakacak kök çekerdik.

Dağlarda, zeytinliğin bir kenarında herkesin bir iki dönümlük sebze ekecek yeri olurdu. Oraya yerli susuz bamya, yerli oturak fasulye, yerli erik domatesi, acur, kelek, acı düvelek gibi sebzeler ekerlerdi. O keleklerin kokusu, tadı hala ağzımda. Isırdığın zaman ağzının kenarından sulu sulu çekirdekler taşardı. Akşama doğru karakaçana binip köyün yolunu tuttuğunuzda, etrafı seyretmek bir ömre bedeldi…

Köyün yakınlarında harmanyeri… yığınların etrafında dönen öküzler, atlar…

Döğenin üzerindeki köylülerin “ho, ho” diye çıkardıkları sesler hemen az ilerde egzotik görüntüleriyle susam gümülleri.

Her evin çatısında kerkenes kuşları, hayatlarında kırlangıçlar bacalarında leylekler ötüşürdü…

Köyün içindeki bütün yollar, ya Arnavut kaldırımı yada topraktı.

Herkesin avlusu harım denilen, çalı ile örülmüş çitlerle çevrilmiş durumdaydı.

Köyün bütün sığırları, sığırtmaç denilen bir kişi tarafından güdülürdü. Herkes, sabah hayvanını üç oluk çeşmenin oraya getirir, sığırtmaca teslim eder akşamda teslim alırdı.

Ova tamamen tütün tarlalarıyla kaplıydı. Yemyeşil bir deniz gibi.

Tütün salmanlarının arasındaki arklarda mis gibi kokan yerli domatesler olurdu. Köylü tütün tarlasında çalışırken ekmeğine azık yapsın diye. Ovanın sulanır kesimlerinde pamuk tarlaları başlardı. Köylü, pamukların içinde susam, süpürgelik, yerli yeşil karpuz, bamya gibi bitkiler de serpiştirirdi.

Tütün tarlalarının istisnasız her birinin sınırında birer yaban armudu, ahlat dediğimiz ağaçtan vardı. O ahlatlar ortaları kahverengileşip olgunlaşınca, yemesine doyum olmazdı. Ahlat deyince aklıma geldi: Birde yaban gürleri vardı. Mis gibi kokan, mor çiçekli hayıtların arasından ilerleyip yaban gürlerine ulaşırdık. Ağızlarımızın etrafı mosmor oluncaya kadar yerdik. Bazen atların, eşeklerin nalları düşerdi. Doğru rahmetli nalbant Mehmet Ali’nin dükkanına… Öküz ve at arabalarının tekerlekleri güneşten çatlamasın diye arada ıslatılır, bazen de çul çuvalla örterlerdi. Köyün bir tek otobüsü vardı. Köyde iki kişide traktör vardı: Vehbi Haner’de, İsmail Keskin’de,  fortson

Ahmet Ağa’nın kahvesinin önünde keşkeklik buğday döğmek için büyük bir taş vardı. Karşılıklı iki kişi, ağaç tokmaklarla, buğdayın kabukları ayrılana kadar döğerlerdi.

İlkokullarda tek tip giysi vardı. Siyah podye…

O zamanlar köyde kahvehanelerde çay 10 kuruş, gazoz 25 kuruştu.

O zamanlar her taraf yemyeşildi. Çok kişi, yeşilliklerin arasında dolaşırken, sincapların, sansarların, tavşanların seğirterek kaçıştıklarına şahit olmuştur.

Gençler…

Ben size 60 yıllık bir belgesel hazırladım.

Bu yazıyı saklayın, bir daha yazan ya olur ya olmaz.

Çok dikkat edin, 60 yılda doğamız nereden nereye gelmiş,

Bir de 60 yıl sonra nelerin olabileceğini tahmin edin.

Gençler tek güvencemiz sizlersiniz.

Tekrar buluşabilmek umuduyla esen kalın.

 

Yazarın Diğer Yazıları